Ekonomi Notları – 41
Ömer Madra: Çok fazla kafa karışıklığına yol açmış ve medyada da bir hayli spekülatif yorumlara da konu olan “Bütçe ne oldu?” meselesini konuşalım tekrar istersen. Pazartesi günü kamu dengesinin yerine oturtulması konusunda yapılanlara kısaca değinmiş ve bence çok önemli açıklamalar yapmıştın; şimdi olup bitenlere biraz daha sakin bakabiliriz sanıyorum.
Hasan Ersel: Önce içinde bulunduğumuz durumu hatırlayalım: Türkiye’de uygulanan bir istikrar programı var ve bu istikrar programının en önemli noktalarından bir tanesi de kamu iç borcunun çevrilebilmesi, yani kamunun finansmanında bir çıkmaza girilmemesinin sağlanması. Bütçe açığını finanse etmek için temin edilen kaynakların maliyeti o kadar fazla ki bütçede oynama alanını neredeyse yok ediyor, yani yeni bir şeyler yapmaya kaynak ayırma olanağını son derece sınırlıyor.
Bu kısıtı rahatlatabilmek için ne yapılması gerekli? Bu borcun zaptı rapt altına alınması… En önemlisi de daha fazla borçlanılmayacak şekilde bütçenin dengeye oturtulması lazım. Bir de mümkünse mevcut birikmiş olan borcun tasfiyesi. Burada çok önemli iki koşulun sağlanması gerekiyor, bunlardan bir tanesi, kamu kesiminin faiz dışındaki gelir ve giderleri arasında arasında öyle bir fark yaratsın ki bununla borç yükünü düşürebilecek ödemeler yapılsın. İkincisi de, çok yüksek reel faizle borçlanılmasın. Çok yüksek reel faiz verince bu bütçe üzerinde büyük bir baskı yaratıyor, deyim yerindeyse bütçeyi çökertiyor. Yalnız bu emirle olmuyor. Türkiye, iktisada giriş kitaplarında yazan bu gerçeği, üstelik iktisat hocası bir başbakanının böyle yapılabileceğini sanmasıyla, trajikomik bir biçimde öğrendi. Reel faizleri düşürebilmek için piyasalarda bir güven verilmesi gerekiyor, bu da iktisat politikasında ciddi olunmasına bağlı…Geleceğe yönelik kararların doğru yönde olduğunun anlaşılması lazım. Ancak bundan sonra faizler düşebilir. Tabii ne zaman düşeceğini söylemek kolay değil. Ama bilinen bir şey var, doğru yönde önlemler alınınca gerçekten reel faizler bir süre sonra beklenen yönde tepki veriyor, düşüyor.
Bu çerçevede Türkiye'nin bu yıl başındaki durumuna baktığımızda şunu görüyoruz: Bütçede, hedeflere varmak için gerekli olan faiz dışı fazlayı yaratmak olanaklı değildi. Bunu görmek zor değildi. Bunun için biz Yapı ve Kredi Bankası Araştırma Bölümü olarak, 2 Aralık 2002'de 2003 yılı için projeksiyonlarımızı yayınlarken, bu noktayı vurguladık. Bu projeksiyonları yapmaya cesaret edişimizin arkasında yatan temel görüş ise hükümetin bütçeyi biçimlendirmek için oynama alanının olmamasıydı.
Savaştan faydalanma girişimi
ÖM: Sizin Yapı Kredi Araştırma bölümünde yaptığınız bu çalışmada ek önlemleri, tedbirleri de öngören projeksiyonda bugün alınan tedbirler de görünüyor mu?
HE: Ona geliyorum zaten. Bizim o zaman kabaca “bütçe şöyle olur” diye yaptığımız projeksiyona dayanarak yapılması gereken ayarlama hesabımız vardı. Bu son önlemlerin toplam beklenen etkisi aşağı yukarı ona eşit. Dolayısı ile alınan önlemler uygulamakta olduğumuz programın yürüyebilmesi, kamu dengesinin yerine oturabilmesi için şart olan, zorunlu olanlardır. Bunun başka bir olayla ilişkilendirilmesinin hiç bir anlamı yok. Dünya süt liman olsaydı bile, biz bu önlemleri almak zorunda olacaktık.
ÖM: Bu çok önemli bir nokta gibi görünüyor.
HA: Bana da öyle geliyor ama biraz daha deşmek lazım, “Sen bunu görüyorsun da başka hiç kimse görmüyor mu?” diye sorulabilir; sözgelimi "hükümetteki insanlar..." Ben karar alıcı durumda olmadığım için, aldığım kararların doğuracağı hoşnutsuzların da muhatabı değilim, o yüzden ben rahat rahat bunu söyleyebiliyorum. Ama anladığım kadarı ile, hükümet bu alınan kararlarla yeni bir yük getirmesi karşılığında yeni hizmet sunamamasının rahatsızlığı içindeydi. Bu arada ortaya çıkan Irak krizi ile ilişkili mali destek olanağından yararlanarak bu yükü hafifletebilme arayışı içine girdi.
Ben daha önce de bunu gerçekçi bulmadığımı söylemiştim. Ama hükümet bu yola gitti. Hükümetin böyle bir arayış içinde olmasının anlaşılabilir bir tarafı var. Yalnız anlaşılamayan tarafı, bu tür arayışların mali disiplinden uzaklaşma anlamına geleceğini herkesin (IMF, piyasalar, vs.) de yakalayacağını, dolayısı ile beklenen amacın gerçekleşemeyeceğini nasıl atladıkları… Bu durumda ikinci amaç gerçekleşmez. Yani reel faizler düşmez. Çünkü herkes anlar ki “hükümet de bu işi pek ciddi tutmuyor, enflasyon yeniden sıçrayabilir, ne olacağı belli olmaz, böyle olunca da Türkiye mecburen daha sert önlemler almak zorunda kalır. Bu nedenle, o zaman ben riskimi şimdiden garanti altına alayım” düşüncesi piyasada yaygınlaşır, faizler yükselir. Piyasayı, herşeyi anlar, bilir diye de çok abartmamak gerek. Öyle değildir. Ama bu kadarını da anlaması gerekir, temel işlevi bu.
Özetle; girilen çıkmaz bir yoldu, dönüldü dolaşıldı baştan yapılması gerekenin yapıldığı noktaya gelindi. Geldiğimiz noktada bir ikinci sorunumuz var, o da Türkiye bu durumda bir şok yerse ne olur? (Tamamen mali piyasalar bağlamında konuşuyorum) Irak krizini Türkiye ekonomisinin gidişatını etkileyen bir kriz olarak düşünüyorum.
Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle "Şokun büyüklüğü, yani maliyeti ne olur?” sorusunun yanıtlanması gerekiyor. Benim burada anlamadağım bir şeyler var. Bir kere uçanlar var, "100 milyar dolar olur" diye atıyorlar. Bunu nasıl hesapladıkları belli değil, kaç yıllık bir dönemi ele aldıkları belli değil vs. Bunları bir tarafa bırakalım. Çünkü ciddi değiller.
Ama resmi ağızlardan çıkanlara bakınca da bir sonuca varmak zor. Daha önce de değindiğim gibi iki rakam telaffuz edildi. 6 milyar dolar ve 26 milyar dolar… Hangisi?
ÖM: Dolayısı ile hiçbir anlamı yok bu değerlendirmenin.
HE: Yok. Ben basında Devlet Bakanı Ali Babacan'ın “bir yılda 26 milyar dolar” dediğini okudum. Belki de bakana haksızlık yapıyorum, öyle bir şey dememiştir. Malûm, basın herşeyi yazabiliyor. Ama bir şey açık. Türkiye bir yılda 26 milyar dolarlık bir şokla karşılaşırsa bunun altından kalkamaz.
Doğrusu ben bunun da bir tarafa bırakılabileceği kanısındayım. Çünkü bir yılda 26 milyar dolarlık bir zarara uğrayacağımızı sanmıyorum. Diyelim ki şok 6 milyar dolar boyutunda oldu. Bu küçük bir şok değil… Milli gelirin % 3'ü dolaylarında. Eğer bir dış destek söz konusu değilse, bunu karşılayabilecek bazı önlemler almak gerekir. Bu önlemler de, bazı harcamaları daha da kısıtlamaya çalışmak, başka vergiler almak gibi şeyler yapmaktır. Kabaca söylüyorum, son alınan tüm önlemlerin etkisi milli gelirin %1’ini biraz aşıyor. Yani, Irak krizinden gelebilecek bir şoku karşılamak için bunun aşağı yukarı üç katı bir etki yaratacak önlem almak gerekir. İtiraf etmek gerekir ki bu sıkıntı yaratır; kolay iş değildir milli gelirin % 3'üne varan önlemler almak.
Peki bir dış olanakla bu karşılanırsa ne olur? Örneğin uzun vadeli olanaklarla karşılanırsa ne olur? Bu şokun maliyetini temin edilen kaynakların vadesine bağlı olarak yıllara dağıtmış oluruz. Bu piyasaları nasıl etkiler? Piyasalar bu şoktan dolayı işler bozulmayacak diye düşünür. Bekleyişleri ise, tabii ki, olumlu etkiler.
Peki bu Türkiye’yi selamete götürür mü? Hayır. İlk koşul var ya, yani bütçe dengesi oturtmak, program çizgisinde gitmek… Selamete gidiş, burada ne yapıldığına bağlı…Programdan taviz verildiği anda ortalık karışır, piyasalar olumsuz tepki verir. Niçin? Çünkü şoklar etkileri itibarı ile sonunda ölürler. Yani bir şok yerseniz bir sallanırsınız, iki sallanırsınız ve sonunda durursunuz. Ama sizin bünyenizde bir sarsaklık varsa o ebediyen gider ve sarsak bir bünyeye de kimse güvenmez. Şok yiyenin bir gün toparlanabileceğini umabilirsiniz ama bünye sarsaksa yapacak bir şey yok. Oysa bütçeyi etkileyen diğer faktörler bünyeseldir, onların düzeltilmesi sürecinden geri adım atıldığı müddetçe Türkiye’de sorun devam edecektir, Türkiye sarsak bünyeli kalacaktır, piyasalarda da huzur yerleşmeyecektir.
Burada -bazı politikacılarımızın zannettiği gibi- bir ödünleşim yok: "Birazcık programdan sapalım", diye bir çözüm yok. Programa –doğru ise, doğruluğuna inanıyorsak- devam etmek konusunda kararlılık gösterilmesi ve Irak şokunun etkisini minimize edecek de önlemler alınması lazım.
Olay iktisaden budur bence. Yazılanlar, söylenenler çok kafa karıştırıyor. Ben de "Acaba yanılıyor muyum?" diye epeyce tereddüte düştüm. Ama istatistiklere bakıp düşündükçe başka bir şey olamayacağı sonucuna vardım. İşin özü bu, bu kadar da basit…
ÖM: Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener de “önümüzdeki günlerde piyasaların daha da rahatlayacağını düşünüyoruz ve hedefimiz %5’lik bir büyüme, revizyon yok, bu hedef tutturulacaktır” diye de konuşmuş dün Ankaralı Sanayici ve İşadamları Derneği’nin toplantısında.
HE: Benim büyümedeki öngörümün farklı olması hiç önemli değil ama, esasında “% 5'lik büyümeden taviz verilmeyecektir” ifadesinde bir yanlışlık var. Çünkü birincil sorun o değil ki…Türkiye % 5 değil de % 4 büyüse büyük bir sorun olup karışıklık yaratır mı? Temel sorun, kamu dengesini sürdürebilme ve ülkenin büyüme potansiyelini ileride arttıracak olan reformları yaşama geçirmede adım atıp atmadığımız…
Düşünün ki, tabiatın cilvesi, havalar çok iyi gitti ve bu yıl, tarımsal üretim müthiş arttı, % 15 büyüdü, sanayi şöyle oldu, vs. ama başka hiçbir önlem almadık. Ekonomi de % 6 büyüdü. İktisat bilen herhangi biri baktığı zaman diyecektir ki "bu ekonomi 3 yıl sonra ihracat yapamaz duruma gelir, teknolojisin yenilememiş, kamu reformlarını yapmamış, nasıl olsa bu artan geliri yutacak bir açıkları var” der ve yine o ekonomiye güven duymaz. Halbuki tersini yaptığınızı düşünün, büyümeyi % 5 yapamadınız fakat burada ciddi adımlar attınız, o zaman ileriye bakan birisi diyecek ki “tamam bunlar bu yolda iyi gidiyor, önlemler olumlu yönde, iyi, ben bu durumda bu ülkede piyasaya girersem ileride kazanırım.”
Sanki yarın yokmuş gibi anlatılıyor ya, ondan kurtulmak gerek. İktisatta statik denilen analiz yöntemini herşeye uyguluyor bu mantık. Oysa, gerçek yaşamda "yarın" diye birşey var. İnsanlar o zaman neler olabileceğini kestirmeye çalışıyor ona göre kararlar alıp uyguluyorlar. Bunu gözden kaçıran bir mantıkla iktisat politikası yapılamaz.
TL ile ölçülürse...
ÖM: Bakan Şener “2003 özelleştirme için önemli bir yıl, 17 yılda yapılan özelleştirme uygulamasının en az yarısını bir yılda yapacağız” demiş.
HE: Birinci soru: Nominal mi reel mi? 17 yılda yapılan TL ile ölçüp bu yıl yapılıyor olursa olabilir tabii… Enflasyon nedeni ile nominal büyüklükler anlamlı karşılaştırmaya uygun değil …. Bu işin şaka yönü tabii… Bakan herhalde reel olarak demek istemiştir. Ama bunun yapılıp yapılamayacağı biraz da uluslararası konjonktüre bağlı. Çünkü sözü edilen özelleştirilecek şeyler arasında epeyce büyük kuruluşlar var, bunlara içeriden yeterince talep olacağı konusunda benim kuşkularım var, olmayabilir gibi geliyor. O yüzden özelleştirme ancak dış yatırımcıların ilgisi çekilebilirse gerçekleşir. Ortalık sakinleşir, Türkiye’nin konumunu olumlu değerlendiren bir görünüm ortaya çıkarsa özelleştirme olayına ilgi olabilir. Ama bunu kestirmek zor…
Bir nokta daha var. Belki yine sözü aynı noktaya getireceğim ama önemli olduğunu düşünüyorum. Özelleştirmeyi yapabilmeniz ne demek? Siz bir bağıt yapıyorsunuz, "ben şu firmayı sizden devralacağım karşılığında şu kadarı peşin, bu kadarı taksit para ödeyeceğim." Tabii ki bu arada o parayı da çıkaracağım ki ödeyebileyim. Yani ileriye yönelik bir güvenim olmalı ki bir kuruluşunu satın alayım. Bu da reformların yürüyüp yürümediğine bağlı. Kamu kesimindeki reformlar istendiği gibi yürümezse, ekonomide dengesizlikler ortaya çıkabilir. Özelleştirilen kuruluşu satın alan bu nedenle ciddi zararlara uğrayabilir. Oysa bu yatırımcının uğraşacağı pek çok sorun var: istihdamın belirlenmesi, üretimin yeniden yapılandırılması vs. Bir de hangi ortam içinde çalışacağını bilmek isteyecek. Sözgelimi Tekel İdaresinin özelleştirilmesinden söz ediyoruz. Herhalde bir özel tekel yaratmak için değil. Peki yatırımcı "rekabetçi koşullarda" çalışması için gerekli ortamın ileride var olacağından nasıl emin olacak? Rekabet Kurulunun bağımsız, ciddi bir biçimde çalışması uygulamasına devam edilecek mi edilmeyecek mi? Türkiye yaptığı reformlarla Avrupa ya da ABD'deki rekabet anlayışının hakim olduğu bir dünyaya doğru mu gidecek, yoksa tersine mi? Bütün bunlar yatırımcının ilgisini ve/veya satın alma fiyatını etkileyecek olan şeyler.
ÖM: Yani genel olarak bakıldığı zaman beklenenin ötesinde, savaş şoku dışarıda bırakılacak olursa işlerin şimdilik yolunda gittiği gibi bir izlenime de kapılabiliriz, öyle mi?
HE: Tabii, ben bütün konuşmamı kamu yetkesinin önerdiği düzenlemeler sonunda beklediği etkilerin gerçekleşeceği varsayımı altında yaptım. Burada bazı sapmalar olabilir. Ancak, anladığım kadarı ile bunu karşılayabilecek bazı önlemler daha var. Ödeneklerin harcanmasını engeleyecek düzenlemeler gibi. Böyle bakılınca sistem, dediğin gibi, şok olmadığı bir ortamda ilan edilmiş olan program içinde yoluna devam edebilir gibi…
ÖM: IMF’nin de bu yönde çaba gösterildiğini ve bunun belli bir olumlu görüşle karşılandığına dair de görüşleri vardı.
HE: Evet, bence arada bir gereksiz tur atıldı ve epeyce vakit kaybedildi. Bu gelinen noktaya Ocak ayında da gelinebilirdi.
ÖM: Onu daha önce de konuşmuştuk zaten ve sen de söylemiştin ama, ne yapalım bazen oluyor böyle şeyler.
(6 Mart 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)